İMZA GÜNÜ (CORONA GÜNLERİ -3)




İmza günleri mi? Pek uğradığım yerler değil.

      İnsanların doluşup bir insanın ağzından çıkacak sözleri dinlemesi, ne bileyim imzasını alması, biraz garip gelirdi bana. İmzalar her zaman aynı olmaz ki! Bilmem kaçıncı kitaba imza atan bir yazar örneğin; aynı imzayı mı atıyordur?

Tabi, arkadaşları kırmak olmaz, gittim bende.

       Ümitsizce sattım zamanımı, ödünç verdim zihnimi ulaşsın kulaklarımdan birkaç sözcük. Bense oturdum sallanan bir sandalyeye – ki tüm sandalyeler sallanır, yeri vakti gelince- büzdüm kendimi kimseye görünmemek için dinleyen bir halde. Yazarsa anlatıp duruyordu kitabi bilgilerini hazmedebilecek olana.

Tek bir sözle dikkatimi çekti, yürek kesildim.

         Basitti aslında söylediği. “İnsan, zor zamanın kendinde yarattığı benliği fark ettiği zaman tanır kendini.”  Ne ilginç cümleydi benim için. Tam da insanlıktan vazgeçmiş, hepsine bir dolu küfretmişken, nasıl da bana yöneltilen bir eleştiriydi bu. Tanımak için benliğimi, söylediklerimi insanlık adına onlardan habersiz.

Haklıydım bense, küsmekte insanlığa da ben insanlığın hatasıydım.

        Basit bir öyküyle anlatılabilir her şey. Mesela karınca ile ağustos böceği nasıl anlatırsa çalışmayana ekmek yok tezini ben de size anlatabilirim, insanların zor zamanda nasıl da bencilleştiklerini. Mesela anlatabilirim cebindeki paranın emekten daha değerli olduğunu.

Elbette para her zaman insandan önemliydi günümüzde, diyeceksiniz.

       Hayır, her zaman önemli değildi. İnsanlar, çalıştıkları kimselere para dışında ulaşmaya çalışır. Güvenle, sevinçle, eğlence ile. Asla aşkla değil. Aşk başka bir ışıktır birilerinin gözünde. Tabi, insan maske takmayı yeğleyen bir bakış açısına sahiptir. Göstermemek için içindeki onursuzluğu. Neyse yazarın cümlesine neden takıldığımı anlatayım size.

Hatta bir hatıra ile anlatayım da hatıralarınız benliğinize çeksin sizi.

       Zor zamanlardı insan demek için kendimize. Hani çiçek açacak zamandır da rüzgâr öyle şiddetlidir ki korkar dal, yaprak göstermeye rengini. İşte öyle bir zamanda, yazılarımın okunmadığı, ciddiyetimin öfke krizleriyle sınırlandığı bir ortam da, arabesk bir şarkının tınısını hissedip klasik bir müzikle avunduğum zamanlarda. Hatıralarımda hep insanlığın yüzsüzlüğü mevcuttu. Kendini normal gösterip olmazlara sığınan, bir mesajı esirgeyenlerin cevapsızlığı kadardı dünya benim için o zamanlar. Hakkını almanın öfkesi karşıdakinin duygu sömürüsü ile sonuçlanıp emeğin boşa çıktığı, hayatta var etmek istediğin onca güzel duygudan bahsedip birine, sana cevap bile vermediği günler.

İşte o zamanlar, beni bağladı imza gününde yazara…

         Lafını duyduktan sonra kalktım birden ayağa. Tanıdım ben kendimi, dedim bağırarak. Durup bakıp bana anlamış gibi her şeyi. Öfkeliyim, dedim tüm bu yaşananlara. “Hayat öfkeyi içinde barındıranların kusmadığı bir şiir olduğu için üzgünüz hepimiz”,dedi. Ağladım tüm oturanların arasında ayakta bulup kendimi.

“Herkes kendi şiirinde boğar kendini, dedi.

         İşte o zaman parıldadı gözyaşlarım bakarken yazara. Sen yaşamamışsın çalmışsın oradan buradan, dedim. Öfkeyle doldu gözleri. Emeği görmemişsin, hakkın yenmemiş öyle aldığın nefes kadar basitçe, dedim. Daha da kızardı. Birçok cümle aktardı kitaplarından ezberlenmiş. Sildim son birkaç damlayı gözümden. Son haykırışım ona karşıyım gibi gözüktü.

Hadi, öfkeni içinde barındırmayan, iç benliğini bulmuş biri gibi konuşsana, dedim.

         Kovdu herkesi salondan. Apar topar çıktı millet korkudan. Kim takardı ki bir imzayı canı değerliyse. Boş kaldı kitapların ilk sayfasında imzalanacak yerler. Kalemi kınına soktu, yazar. Bomboş salonda iki kişiydik şimdi. Bu kadar boş sandalye olmasına üzülmeyerek, söyledi uzun bir sohbetin ilk cümlesini;

Beni sen yarattın kitaplarında, bir yazarsan karakterine saygı duy bitmiş bir kitabın finalini değiştiremezsin. Kabul edilemez bu, yok. Kabul edilemez.

KEREM ÇİÇEK








Yorumlar

Yorum Gönder