
İmza günleri mi? Pek uğradığım yerler değil.
İnsanların doluşup bir insanın ağzından
çıkacak sözleri dinlemesi, ne bileyim imzasını alması, biraz garip gelirdi
bana. İmzalar her zaman aynı olmaz ki! Bilmem kaçıncı kitaba imza atan bir
yazar örneğin; aynı imzayı mı atıyordur?
Tabi, arkadaşları kırmak olmaz, gittim bende.
Ümitsizce sattım zamanımı, ödünç verdim
zihnimi ulaşsın kulaklarımdan birkaç sözcük. Bense oturdum sallanan bir sandalyeye
– ki tüm sandalyeler sallanır, yeri vakti gelince- büzdüm kendimi kimseye
görünmemek için dinleyen bir halde. Yazarsa anlatıp duruyordu kitabi
bilgilerini hazmedebilecek olana.
Tek bir sözle dikkatimi çekti, yürek kesildim.
Basitti aslında söylediği. “İnsan, zor
zamanın kendinde yarattığı benliği fark ettiği zaman tanır kendini.” Ne ilginç cümleydi benim için. Tam da
insanlıktan vazgeçmiş, hepsine bir dolu küfretmişken, nasıl da bana yöneltilen
bir eleştiriydi bu. Tanımak için benliğimi, söylediklerimi insanlık adına
onlardan habersiz.
Haklıydım bense, küsmekte insanlığa da ben insanlığın hatasıydım.
Basit bir öyküyle anlatılabilir her
şey. Mesela karınca ile ağustos böceği nasıl anlatırsa çalışmayana ekmek yok tezini
ben de size anlatabilirim, insanların zor zamanda nasıl da bencilleştiklerini.
Mesela anlatabilirim cebindeki paranın emekten daha değerli olduğunu.
Elbette para her zaman insandan önemliydi günümüzde, diyeceksiniz.
Hayır, her zaman önemli değildi.
İnsanlar, çalıştıkları kimselere para dışında ulaşmaya çalışır. Güvenle,
sevinçle, eğlence ile. Asla aşkla değil. Aşk başka bir ışıktır birilerinin
gözünde. Tabi, insan maske takmayı yeğleyen bir bakış açısına sahiptir.
Göstermemek için içindeki onursuzluğu. Neyse yazarın cümlesine neden
takıldığımı anlatayım size.
Hatta bir hatıra ile anlatayım da hatıralarınız benliğinize çeksin
sizi.
Zor zamanlardı insan demek için
kendimize. Hani çiçek açacak zamandır da rüzgâr öyle şiddetlidir ki korkar dal,
yaprak göstermeye rengini. İşte öyle bir zamanda, yazılarımın okunmadığı, ciddiyetimin
öfke krizleriyle sınırlandığı bir ortam da, arabesk bir şarkının tınısını
hissedip klasik bir müzikle avunduğum zamanlarda. Hatıralarımda hep insanlığın
yüzsüzlüğü mevcuttu. Kendini normal gösterip olmazlara sığınan, bir mesajı esirgeyenlerin
cevapsızlığı kadardı dünya benim için o zamanlar. Hakkını almanın öfkesi
karşıdakinin duygu sömürüsü ile sonuçlanıp emeğin boşa çıktığı, hayatta var etmek
istediğin onca güzel duygudan bahsedip birine, sana cevap bile vermediği
günler.
İşte o zamanlar, beni bağladı imza gününde yazara…
Lafını duyduktan sonra kalktım birden
ayağa. Tanıdım ben kendimi, dedim bağırarak. Durup bakıp bana anlamış gibi her
şeyi. Öfkeliyim, dedim tüm bu yaşananlara. “Hayat öfkeyi içinde barındıranların
kusmadığı bir şiir olduğu için üzgünüz hepimiz”,dedi. Ağladım tüm oturanların
arasında ayakta bulup kendimi.
“Herkes kendi şiirinde boğar kendini, dedi.
İşte o zaman parıldadı gözyaşlarım
bakarken yazara. Sen yaşamamışsın çalmışsın oradan buradan, dedim. Öfkeyle
doldu gözleri. Emeği görmemişsin, hakkın yenmemiş öyle aldığın nefes kadar
basitçe, dedim. Daha da kızardı. Birçok cümle aktardı kitaplarından
ezberlenmiş. Sildim son birkaç damlayı gözümden. Son haykırışım ona karşıyım
gibi gözüktü.
Hadi, öfkeni içinde barındırmayan, iç benliğini bulmuş biri gibi konuşsana,
dedim.
Kovdu
herkesi salondan. Apar topar çıktı millet korkudan. Kim takardı ki bir imzayı
canı değerliyse. Boş kaldı kitapların ilk sayfasında imzalanacak yerler. Kalemi
kınına soktu, yazar. Bomboş salonda iki kişiydik şimdi. Bu kadar boş sandalye
olmasına üzülmeyerek, söyledi uzun bir sohbetin ilk cümlesini;
Beni sen yarattın kitaplarında, bir yazarsan karakterine saygı duy
bitmiş bir kitabın finalini değiştiremezsin. Kabul edilemez bu, yok. Kabul edilemez.
KEREM ÇİÇEK
👏👏
YanıtlaSil