HİKÂYE OLMAYAN HİKÂYE









 Bir filmdi herhalde, işte bu hikâyeyi duyduğumda aklıma bu film geldi. Filmin bir repliği demek daha doğru olur. Şöyle diyordu biri, karşısındakine. “Yeni bir dünya! Fransa'da evi olmayan biri Kutsal Topraklar ‘da şehrin efendisi olabilir... Şehrin efendisi olan lağım çukurlarında dilenir.” Öyle diyordu işte karşısındakine. Bahsettiği kutsal topraklar Kudüs topraklarıydı herhalde, bilmem kaç yılının kaçıncı insanoğlu savaşı yaşanmadan önce kullanılmıştı bu kelimeler.

       Gelip yanımda oturup hikâyesini anlattığında, ben ona bu cevabı verdim. Garip değildi hikâyesi, acıklı değildi, hüzünlü değil, komik hiç değildi. Hikâye bile değildi bu. Anlattı ama hikâyesini, ben de dinledim.

       Uzun bir nefes aldıktan sonra başladı anlatmaya. Hep aynı konu dedim, dinlerken. İnsanlar bu kadar okuyup izleyip bu kadar ortak mirası bilebilirken nasıl düşebilirlerdi aynı duruma. Tarih boyunca nasıl aynı konu tüm insanlığı rahatsız edebilirdi? Nasıl aynı konu bu kadar anlatılıp kimse ders çıkaramazdı kendine.

Duygular, istekler, hissiyatlar…

      O da aynı duruma düşmüştü. Kendince benzetmezler yapıyordu. Büyütülen bir fidanın yapraklarına kadar getirmişti konuyu. Önümüzden bisikleti üstünde çay satan biri geçti. Israrla çay satmak istedi. Aldık. Karıştırdık, birkaç yudum aldık, plastik tat veren ucuz çaydan.

      Çayını içerken uzun uzun bana baktı. Sen yaşamadın mı bunları der gibiydi. Anlatmaya başladı tekrar. Kendisi uzun bir yolun başından yürümeye başladığında o da yolun başındaymış. Uzun yol yürümüşler birlikte bitmeyen bir yol gibiymiş. Yolda belli bir mesafe aldıktan sonra durmuşlar. Bir kaya düşüvermiş önlerine. İncelemişler birlikte. Çok uğraştığını özellikle belirtti, ekledi hemen arkasından. Kayanın büyüklüğü hakkında çok detay verdi.

Kayayı aşıp gitmişler…

   Sonra kayayı konuşturdu. Kaya konuşurmuş gibi onun dilinden aktarmak istedi kayanın derdini. Durabilirmiş de yerinde ama taş olmak istemiş önlerine belki de bir engel. Kendinde görmüş bu hakkı. Savunmuş kendini bizim hikâye anlatıcısına karşı. Bunları anlatırken kayaya hiç hak vermediğini anladım zaten. Kayanın sesini itici bir şekilde yorumlamıştı zaten.

 

       Daldı tekrar başka anıları zihnine çeker gibi aldı bu sefer nefesini. Ben çok kaya gördüm, dedi. Aştım hepsini bir bir. Ben çok fidan büyüttüm, şöyle eyledim kendi yapraklarımı bir fidan karşısında, dedi. Her bir fidan, her bir kaya başka davrandı, dedi. Ben her zaman aynı sevgiyle ordaydım aynı insan olarak zuhur ettim de her zaman, her şey başka şekilde var etti kendini, dedi.

Hep aynı eşkâlde bulunup nasıl farklı göründü acaba…

       Sordum anlattı. “ Ben hep gerekeni yapmak için uğraştım ama yaptıklarım karşısında verilen cevaplar, edilen söylemler, belli mimikler, yapılmış gibi gösterilen hareketler, gözüme sokulan jestler belki, belki de aklımla alay edilip belirli durumlara düşmeler… Birçok şeyler tarif edilemeyip algılananlar… Şöyle deyim ki ağlayıp gülmeler gibi… Mesela bir göz içinde parlamak gibi hemen yanındaki göz içinde karanlıklara sıkıştırılırken… Ne biliyim… Ben aynı yerdeydim işte.” Bu cümleleri nasıl kurabilirdi ki yaşamayan. Şaştım kaldım haline…

    Son söylediklerini duyunca geldi işte film aklıma, aynı kişi nasıl olur da hem kral olup hem dilenci olabilirdi? Sadece mekân farkı mıydı yaşanan ya da çevresinde olanların, gelişenlerin onu nasıl gördüğüne dair miydi her şey?

      O, anlatınca hikâyesini bu soruları sormuştum ya… Hemen verdim cevabı. Bu alıntıyı yapınca bana baktı. Biraz uzun sürdü bu bakışlar. Ayağa kalktı. Biliyorum, dedi.

Ben, sadece anlatmak istedim.


HİKAYE OLMAYAN HİKAYENİN MÜZİĞİ

 

Kerem ÇİÇEK

Yorumlar