Sandalyemi çekip oturduğum pencerenin
yanındaki balkonda oturmuşlardı. Kahvemden ilk yudumu aldığımda işittim
söylediklerini. Üç kişiydiler, bir şeyler anlatıyorlardı balkon sahibine.
Kadınsa onlar konuşmadan satmıştı duyduğu haberlerin kendisindeki
etkisini.
Bugünkü durumu düşünerek değişen
hiçbir şey olmadığını anladım. Yine zengin olan zenginmiş, fakir olansa daha
fakir. Çok güzel binalar yapmışlar, sizden güzel olmasınlar. Anlık başka bir şehre
gidip geri dönüyorlarmış hemen, ne mutlu onlara… Hasta olmuyorlarmış, ne güzel
acıdan hiç yok haberleri. Ne
değişmiş ki şekilden başka. Neyi bulmuşlar ki laboratuar dışında gelişebilen.
Acıklı ve güzel bir rüya gibiydi söyledikleri. Kulak kesilip dinlemeye
başladım balkondakinin söylemlerini…
Ben hayatı içine
çekebileceğin hava olarak görmüyorum. Mesela sığmaz benim hayatım eve falan.
Mecburi kaldıkça belki sığınırım dört duvar arasına da gerisi güneşin altında
yürümek için bir hasret. Bugünlerde ise kimse görmüyor güneşi, apartman
boşluklarından bir pencere yetmiyor solumayı yeni gelen mevsimi. Başka biri
pencereyi açsa, ilki kapatıyor kendi suratına, almamak için nefesini bir
başkasının.
Oysa nefesimiz leş koksa da korkmazdık gülmekten…
Deniz kokusu bile bir başka bugün, sırf hapsedildi
diye dışarıya. Bir balkondan izlemeyi hayal ettiğim deniz manzarasına koşmak
geliyor da içimden birkaç kamuflaj’ın yaka üstüne bakıyor sahilde yok oluşum. Sahilde
ise göze bulaşan birkaç renk var.
Sarısından, turuncusuna, yeşiline, renklerin kokusuna…
Bazen güzel bir ilkbaharda hatırlıyorum
kendimi, evde kaldıkça. Ağaçların gövdesinde sıralanıp hızla giden karıncaların
yoluna engeller koyup aşmasını sağlamaya çalıştığım hatıralar. Her koyduğum
engel biraz daha geç kalmalarını sağlıyordu yapraklara. Oysaki nasıl da hızla
ilerliyorlardı yetişmek yaprağın tadına. Kendilerini süsleyip o tatla, evlerini
şenlendirmeye.
O koyduğum engeller bana konulmuş gibi bugün.
Çıkıp dışarı işimi yapmanın küfredilesi yorgunluğu
ve telaşı içinde eve yetişmenin anlamını kaybetmiş gibiyim bugün. Günün bana
yetmemesine sıkıldığım günler bir rüya gibi. Hani dostlarımıza bile
ayıramadığımız o yoğun saatler yine dostlarımız olmadan çürüyüp gidiyor bu
günlerde.
Zaman, yalnızlığı kutsallaştırmak için getirdi bizi bu günlere…
Oysaki kutsal olduğunu biliyorduk
yalnızlığın. Üretim fabrikasının o olduğunu biliyorduk da malzemeyi sokaktan
taşıyorduk; sokaktaki gülüşlerden, yürüyüşlerden, boş boş gezdiğimiz gecelerden,
masada dönen tartışmalardan, bizi sevmeyenlerden, hakkımızda konuşulanlardan
gözlerimizin kulağımıza haykırdığı düşüncelerden…
Yalnızlık, zorla dayatılan bir varoluş değil ki zaman görev edinsin
kendine bunu…
Şimdi siz gelecekten
gelip anlatıp her şeyi, boşuna akıl veriyorsunuz bana. Yok, gelecek şöyle güzel
böyle güzel diyorsunuz. İnsanlık şöyle ilerledi böyle ilerledi diyorsunuz. İnsanlık eve tıkılarak gelişebilseydi
hiç çıkmazdı mağaralarından. Dışarıda ışıldayan hareketi katmazdı bünyesine. Evet,
biliyorum bizde bir gün çıkacağız uğruna ömrümüzü harcayıp satın aldığımız
evlerimizden. Kim bir daha alacak bizi evimize aynı gülüşle. Hangi eşyamız
sıkılmadığını göstermek için rol yapacak. Hiçbiri.
Gelecekten gelip söyledikleriniz sizin yaşadıklarınız.
Herkes kendi mevsiminde tadar,
hayatın güzelliğini. Şimdi lütfen bırakın beni kendi mevsimimde tek duymak
istediğim hatıralarımdan kalan birkaç tartışma, sokakta söylediğim cırtlak ve
hoş şarkılar…
Tüm konuşma birden bu şekilde kesildi.
Dayadım kulağımı pencereden dışarı doğru, daha da duymak için birkaç kelimeyi,
ses gelmedi. Kahvemde bitmişti. Bıraktım bardağı, açtım evin dış kapısını,
çaldım kadının zilini. Kimse açmadı. Bir daha, bir daha çaldım. Açılan başka
bir kapının sesi oldu.
Dönüp baktığımda
açılan kapıya; o evde, o balkonda kimsenin oturmadığını fark ettim.
KEREM ÇİÇEK
Yorumlar
Yorum Gönder